Yarım Kalan, Bir Kısa Hikaye

Yarım Kalan, Bir Kısa Hikaye 

 Sabahı sersem başlayan, gün boyu devam eden kaygının ardından güneşin cılız ışıklarını saçtığı morumsu akşamüstü, Harikalar Diyarında, görüş açısı yalnızca ağaçlara dönük bir bankta oturan orta yaşlarda kırçıl adam, sert mizacıyla bilinen, hatalara tahammülü olmayan, kusur karşısında anında cezasını kesmekle tanınan biriydi. Her ne yaşadıysa, üç aydır kendinden nefret eder noktaya gelen bu adamı, buraya getiren ise, kendisini ikinci hatadan saklama çabası olabilirdi ancak. Harekete geçme kararı ile birlikte hırıltılı nefesin ardından telefonu eline alan adam, karşısındaki ile bir iki cümlelik konuşma yaptı bu nedenle. Gözlerini yumup, ağrıyan sırtını banka dayaması ile mor ağırlıklı ispinozun o güzel sesine irkilmesi arasında yarım saat olmuştu ki, kendisine koşar adım yaklaşan genç kızı farketti.
 
 - İyi akşamlar, patron… dedi, Eylül. Cevap olarak ise, eliyle oturması için yanını işaret etti patron. Kız, gösterilen yere oturdu. 

 Eylül, yirmi üçüne yeni girmiş, iki aylık süreçte ilk günden itibaren çocukluktan kalma öğretileri iş hayatına yansıtma konusunda başarısı ile takdir toplamış, hızlı çözümcü bir elemandı. Neden olduğuna anlam katamasa da patronun çağrısına iş görüşmesini bahane edip hayır diyememiş, müşteri ile görüşmeyi kısa tutmuş, hemen sonra buraya gelmişti. Bir süre sessizliğin ardından tedirgin şekilde beklerken, ne söyleneceğini de oldukça merak ediyordu. 

 - Anlatacaklarımın hepsi aramızda kalacak, dedi patron. Başıyla onay veren Eylül'ün şaşkın ve meraklı bakışlarını yakalamasıyla;

 - Bu akşam efkarlıyım, sakın soru sorma, on dakika katlan bana, dedi ve anlatmaya başladı. 

 Gençliğinde dost meclisinde tanıştığı bir kıza deli gibi vurulmuş. Bir kaç karşılaşma göstermiş ki, onsuz yapamıyor, her gördüğünde arı kuşu gibi dakikada altıyüz nabız basıyor, onun gözlerinde kayboluyor ve varlığı ile başlayan günlerin yokluğu ile bitmesine tahammül gösteremiyormuş. Aşk mahkumu olarak, koskoca denize sadece küçük bir noktadan bakıp, denize sevdalanma budur diyormuş. Dilinden ve zihninden Necla'yı düşürmüyor, devamlı Necla yankılanıyormuş, ama; 

 - Seni sevmek zamanın neresinde? diye sormadan da edemiyormuş kendine. 

Bir gün duası kabul olan patronun merkezinde artık Necla varmış. Birbirlerini sevmişler, güzel günlerin yakasına yapışmışlar adeta. Yeryüzü meleği, canım yarısı dediği, bulunduğu ortamda zerrin gibi parlayan kızla mesut gelecek planları yaptığı, evlilik teklifine takdir gösterirse, sevgisinin daha da genişleyeceğini düşündüğü o günlerde vatani görev için son celb gelmiş. Usta birliği aylarca dağlarda operasyonlarla geçince, irtibat kesilmiş tabi olarak. Dönünce çok aramış, sonuç hep nafile olmuş. Yıllar tükendikçe, geçmişte yaşamanın aynı sorunlar ile boğuşmak olduğunu kavramış. Yine de atamamış içinden. Varsın bu gamla yaşayım demiş. 

 Patron anlattıkça, Eylül'ün kafasında sorular birikmiştir mutlaka. Ama cevap alamayacağını da gayet net biliyordu. Onun için susma zamanıydı. Bu sırada; yaklaşık üç aydır bu parka gelip, mavinin içinde kendi varlığını haykıran güneşin altında saatlerce oturan, düşünen, kendine kızan o sert mizaçlı patron, kesik bir nefes vermiş, ilkin söze devam edememiş, ikinci tecrübesinde tüm içinde birikenleri gözleri yere bakar vaziyette anlatabilmişti. 

 Patron, on beş yıl sonra kuşların yuvalarına dönme saatinde, ipil ipil yağan yağmur altında giderken, yolda Necla'nın teyzesiyle karşılaşmış. Biraz sıradan konuşmanın ardından nihayet bulacağım heyecanı içinde Necla'yı sormuş. Bu umutlu gelişme kısa sürmüş oysa. Önce o mahalleden apar topar yıkım nedeniyle taşındıklarını anlatmış teyzesi, sonra yıllardır taşıdığı hislerine bir yenisinin eklenmesine vesile olmuş; 

 - Evlendi Necla. İki çocuğu var, demiş. Telefonundan bir iki fotoğraf göstermiş hatta. Tahmin ettiği, ancak olmasını kabullenemediği bu durumdan hoşnut olmasa da, laf olsun diye kırılgan bir ses tonuyla konuşmayı devam ettirmiş. En son olarak Necla'nın teyzesi; 

 - Bir de hediye bıraktı sana, demiş. İnsana sığınacak yeri olduğunu hatırlatan yağmura denk gelen bu görüşmeyi ilahi işaret olarak algılamış. Biriktirdiği hayallerin hepsinin yerine geçecek yeni bir dama ihtiyacı olduğunu haykıran iç sesine kulak vermiş. Yine de yıkıntı içinde ayrılmış kadının yanından. 
 - Demek evlendi, demiş içinden. 

 Ertesi gün iş yerine gelen delikanlının biri, torba dolusu mektup ve köstekli saati bırakıp gitmiş. Adreslerine ulaşmadığını düşündüğü askerdeyken yazdığı ne kadar mektup varsa, hepsi itinalı ve sıralı olarak paketlenmiş. Köstekli saatte ise isimlerin baş harfleri varmış. Çöpe atmış saati, mektupları ise parçalamış. Ağlamış dakikalarca. Böylece gözyaşı ile yıkadığı geçmişe bir daha sarılmama iradesini görmüş kendinde. Bu olaydan sekiz yıl sonrasında ise, bir gün yine bir rastlantıda; 

 - Necla, geçen hafta aramızdan ayrıldı. En güvendiğimiz ele teslim ettik, demiş Necla'nın teyzesi. Ne diyeceğini, ne yapacağını, nasıl canının yandığını anlayamamış ilkin. Güzel olmasına dua ettiği ömrüne o an bir çığlık girmiş sanki. Çığlıkla uyanmış mı, yoksa ölüm çığlığı mı fark edememiş o şok içindeyken. Bir şeyler daha anlatan teyzesinin dediklerini duymamış. 

 Bütün bunları anlatırken, halen çalışır vaziyette olan köstekli saate baktı patron. Zamanın hızla aktığını görünce; 

 - Hadi git şimdi, dedi Eylül'e. İş yerinde de ağzından ne zaman ne çıkacağını kestiremediği patronuna tek laf etmeden yerinden kalktı Eylül. 

 - Üzüldüm, dedi. Duraksadı, iyi akşamlar dileyebilirdi en fazla, onu da söyledikten sonra oradan uzaklaştı. Patron ve ispinozu başbaşa bıraktı.

...  

 Dört gece önce, on gibi getirdiler onu hemen solumdaki hasta yatağına. Freni boşalan tırın beş aracı biçtiği kazadan yaralı çıkmıştı. Ameliyatta ölüme direnmiş olsa da, önünde zorlu bir süreç onu bekliyordu. Bağırtılarına koşan doktor ve hemşirelerin gelmesi binlerce yıl alıyordu sanki. Nerede ve nasıl olacağına dair kesinlik, ne zaman olacağına dair büyük bekleyiş içinde ölümü bekliyor gibiydi. İnliyor, bağırıyor, susuyor, sayıklıyor, acı çekiyor, duyuyor, duymuyordu... Ölümü bekliyor gibiydi. Geldiği andan itibaren iyileşeceğine inancını yitirmediğini dile getiren doktorun telkinleri ile onun ağrılara karşı göstermekte mecburi yetersiz kaldığı metanet arasında kopukluk gece boyu devam etti. Yine de ilk gecenin işkencesini atlatabildi bir şekilde. İlaç kokusu altında dördüncü günün gecesi ancak onun için toparlanma ışığı demekti. Yataktan kalktım, yanına gittim o gece. Göz göze geldik, terini sildim. Acılarına dayanabildiği anlarda biraz sohbet ettik. Kimseyle paylaşmadığı cümleler duydum ondan.

 - Necla'yı anlat biraz, dedim. 

 - Necla mı? Öyle biri yok, dedi. Gerçek adın, Eylül'ün kimliğinde yazdığından bahsetti.

Şu kaza olmasa, yarın herkese farklı yazılırdı kesin, dedim kedime. Biraz çalçeneden sonra, yorulduğunu görünce, yatağıma döndüm. 

Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, Tüm hayatını boşaltacağı mezara giden yolda son çığlıklarına uyandığımda başucunda doktorlar ve hemşireler vardı. Çabaların sessizliğe dönüşeceği belli olmuştu. Doktorların o son müdahale öncesinde; vedalarda yalnız bırakılmaz sözüne nispet, gözlerinin önüne ilkin o kadın konuk oldu sanırım. Sonra adını çokça sayıkladığı Eylül döküldü dilinden. Dokuz boğumdan daha geçmemişti nefesi. Binlerce gerçek ve binlerce hayalin birbirine karıştığı o son çırpınışın peşinden kalp hizasına gelen soğukluk ile odadaki her şeyle bağını kopardığını gördüm. Soğuk bir havayı teneffüsten geçti herkes, üzerini örttü hemşire. İki görevli geldi akabinde. Alıp götürdüler. Köstekli saat yere düşmüştü, bana eğilip almak kaldı. Kendimi tuhaf hissettim o an. 

 - Kızım... 

 - Eylül'üm, diye inlemişti daha bu gece. 

 Onun tek gayesi; geçmişte bir gün bir yerde başlayan, sonra yarım kalan hikayesini bugünlerde belki bir bankta sonuca bağlamak, kızı Eylül'e sımsıkı sarılmaktı. Ama buraya kadarmış. Geçmişte sahip olduklarını gelecekte ancak birer anı olarak muhafaza edeceğini bilemeden, bu dünyaya ansızın elveda demişti. Dileği, temennisi, duası yarım kalmıştı. Kızına kavuşmanın hiçbir geleceğin veremeyeceği o kısa mutluluk olduğunu bilerek hem de. 

 Beş gecelik hastane ziyaretinden sonra, köstekli saat dokuzu çeyrek gösterdiğinde taburcu oldum ben de. Zoraki adımlarla hastane çıkışına ulaşabildim. Bir taksiye binip, eve gitmeyi düşünüyordum ki, hastane bahçesindeki banka oturmak geçti içimden birden. Bankta beş dakika ya geçti ya geçmedi, o cıvıltıya irkildim. Mor renkte ispinozun sesine, erkek olduğu anlaşılan daha parlak başka bir ispinoz kanat çırparak geldi, ortak oldu. Biraz cilve kattıkları ağaçtan, beraberce, nerede olduğunu kimsenin bilmediği cennet yuvalarına uçtular. Telif hakkı vardır, kopyalanamaz.


Copyright 2018 - 2024 | RSS Ankara Eski Kitap Facebook esk:tap